Onu ilk gördüğünde büyük mavi gözleri uzaklara dalmıştı. Parkın bahçesindeki çimlerde dizlerini göğsüne çekerek oturmuştu, kendisini dünyadan soyutlar gibi. Üstünde koyu lacivert kot pantolon ve fosforlu turuncu renkli bir t-shirt vardı.
Onu ilk gördüğünde o güzel kafasından neler geçtiğini tahmin edemiyordu ama mutlu olmadığı belliydi. Mutsuz da değildi aslında; sadece kafası karışıktı.
Onu ilk gördüğünde ona bu kadar tutulacağından haberi yoktu. İçinden bir ses bu koca okulda onu bir daha göremeyeceğini fısıldıyordu. İşte hepsi bu kadardı, daha okulun ilk gününden birine karşı böyle hissedilmezdi ki! Kafasını salladı ve odasına koştu.
Konya’dan gelmişti Ankara’ya. Çok farklı fikirleri arkada bırakıp bu büyük şehirde boğulmayı tercih etmişti. Tabii ki ailesi istememişti, ya orada uyuşturucuya başlasaydı? Ya da daha kötüsü eve bir ‘orospu’ getirip onunla evlenmeyi isteseydi? Ailenin fikirleri her zaman önemliydi ve bir ara Ankara’da yaşamış olan amcası onları Ankara’nın aslında o kadar kötü bir şehir olmadığını ikna etmeseydi o çoktan babasının tekel dükkanında çalışmaya başlamıştı ve büyük ihtimalle istemediği biriyle evlenmişti. Ama o, o zamana kadar hiç, Konya’dan Ankara’ya giden otobüs yolculuğunda sırıttığı kadar sırıtmamıştı. Yanındaki yaşlı kadın birkaç kez korkulu gözlerle iyi olup olmadığını sormuştu; sonra da muavinden yerini değiştirmesini rica etmişti. Daha sonra eline senelerin eskittiği siyah bavulu almış, AŞTİ’den Kızılay’a ve oradan da yeni hayatına adım atmıştı. Yurtta kalacaktı. Okul zaten kocamandı ve merkeze inmesine gerek olmadığını düşündü.
Okulun giriş kapısına geldiğinde nefesinin kesildiğini hissetti.
Ertesi gün ailesi onu kontrol etmek için aradı; sanki ona çok düşkünlermiş gibi. “Evet evet fena değil. Dersler yarın başlayacak.” Sırf tatmin olsunlar diye yaptığı şeyler… Neyse ki uzaklaşabilmişti onlardan. Telefonunu kapatıp cebine soktu ve fakültesine yürümeye koyuldu. Kafasında o kadar çok soru vardı ki… İstediği okula girmeyi başarabilmişti evet, ama henüz kendisini tam olarak tanıdığını düşünmüyordu. Hayattan beklentilerini, yeteneklerini, başarılarını… Yetişkinliğe adımını iki sene önce atmıştı; ilk iki sene istediği yer tutmamıştı, o yüzden ayaklarının yere biraz daha çok basması gerektiğini biliyordu. Ama yine de zamana ihtiyacı vardı. Öncelikle hayatında ne istediğini öğrenmesi gerekiyordu. İşte o sırada görmüştü onu ve evet, sanırım onu istiyorum, diye düşündü. Birkaç saniyeliğine beyninin bu ani cevabı karşısında şaşırdı ve sinirlendi. Nasıl böyle bir şey düşünebilirdi? Kötüydü, hastalıklıydı, olmazdı… Ufacık bir hataydı, evet, hata olmalıydı. Zaten çok da yakın değildi o gördüğü kişi. Hayal görüyor olmalıydı! O gece ise hayalinde onu azarlayan babasının kırmızı suratını gördü.
Okulun ilk iki haftası ilk güne nazaran daha rahat geçti. Yeni hocalarını ve kitaplarını tanımaya çalışıyordu ancak aslında onu hatırlamamak için kafasını dağıtmaya çalışıyordu. Ancak ikinci haftanın sonunda arkadaşları onu öğrenci kulüplerinin toplantılarına götürmeye başladılar. Genetik Topluluğu, Bilim Kurgu Topluluğu, hatta Pastacılık kulübü… Ama Umut içine kapanık bir çocuktu; kalabalıktan hoşlanmazdı. Fazla yakınlığa, samimiyete ve başka insanların ona birkaç saniyeden fazla dokunmasına alışkın değildi. O yüzden ilk başta reddetmişti kulüplere üye olmayı. Daha sonra onu Siyaset Topluluğuna götürdüler. Kulüp toplantısının yapıldığı sınıfa girince çok şaşırmıştı; öğrenciler hararetle, ve bir o kadar da saygı çerçevesinde komünizmi tartışıyorlardı. O ve arkadaşları sınıfın arka sıralarına geçtiler ve dinlemeye başladılar. Önlerden birisi sürekli elini kaldırıp moderatöre terletici sorular soruyordu. Kendine güveni oldukça yüksek görünüyordu; kendi yaşantısından örnek verip kapitalist sistemi eleştiriyordu. O her zaman kendisinin daha ‘ortada’ olduğunu düşünürdü. Ne çok muhafazakâr, ne de çok sosyalist. Eşitliğe kesinlikle inanıyordu ve politikanın abartıldığını düşünüyordu. Ama o, öndeki sorularıyla onun bile kafasını karıştırmaya başlamıştı.
Moderatör daha fazla dayanamadı ve oturumu çabucak sonlandırdı. Çocuğun suratındaki kıpkırmızı ifade onu güldürmüştü.
Yalnızlığa ihtiyacı vardı; bugün adını bir daha asla hatırlayamacağı insanlarla tanışmış ve onlara kendi hayatından küçük parçalar vermişti. Tabii buna çok da gerek yoktu ama insanlara karşı biraz daha nazik olmaya çalışıyordu. ‘Ah bir de şu asık, meymenetsiz suratını düzeltsen de yakışıklı suratın ortaya çıksa!’ der hep annesi. Ankara’ya geldiğinden beri çoğu zaman kendini aynanın karşısına geçmiş gülümseme provaları yaparken buluyordu ama her şey o kadar sahteydi ki. “Alışırım herhalde.” diyordu hep ama hâlâ ifadelerini kendine saklıyordu.
“Pardon çekilebilir misiniz? Montumu almaya çalışıyorum.”
“Sen…” Büyüleyici mavi gözleri kendisininkilere ilk defa değiyordu. Kalbinin sıkıştığını, bütün kanının neredeyse yanaklarına doluştuğunu, avuç içlerinin terlediğini hissediyordu. Karşısında durmuş ve ona saçma bir ifadeyle bakıyordu; ne kadar da utanç verici!
“Evet ben.” Bembeyaz dişleriyle gülümsüyordu. Neden gülümsüyordu? Boğazını temizledi ve derin bir nefes aldı.
“Sen çok.. güzel konuştun. Tebrik ederim.”
“Dinledin mi? Beğendiğine çok sevindim. Biraz çıkıntılık yarattım galiba.” ‘Çok güzel bir gülüşü var.’ diye düşündü çaresizce.
“Yo, yo! Bence ağızlarının payını iyice verdin.”
“Gaza geliyorum bazen konu bu olunca işte. Sakin olamıyorum bir türlü. Bu arada,” Elini Umut’a doğru uzattı. “ben Deniz.”
O da karşısındaki güzel insanın elini sıkıca tuttu, bir daha bırakmak istemezcesine. Zaten bir daha da asla bırakmayacaktı.
“Ben de Umut. Çok memnun oldum.”
İlk buluşmalarında çok şey anlatmıştı Umut’a. İstanbul’dan gelmişti Ankara’ya, tertemiz, her görüşe açık bir kafayla. Umut’un tam tersine kendine güvenli ve konuşkandı. Masmavi gözlerinin içi gülüyordu hep. Ailesiyle arası iyiydi şey konusunda bile.
“Hiç korkmadın mı?” diye sormuştu Umut.
“Niye korkayım ki! Bu benim. Kendimi değiştiremem.”
İşte o zaman daha da çok ısınmıştı ona. Kararlıydı ve ne söyleyecekse hiç duraksamadan söylüyordu. Kolayca açılabilmişti zaten. “Keşke aynı cesaret bende de olsa…” diye düşünmüştü.
Deniz köpekleri çok seviyordu; küçükken uzun kulaklı bir King Charles Cavalier’i varmış ama daha 1 yaşına gelmeden geçirdiği hastalık sonucu Deniz’i yalnız bırakmış. Bir daha da köpek almaya bir türlü cesaret edememiş.
“Araştırıyorum. Ama ne zaman evlat edinmeye karar versem birileri onları alıyor!” Köpeklere sanki kendi çocuklarıymış gibi davranıyordu. Umut bunu çok sevimli buluyordu ama Deniz bunu henüz bilmiyordu. “Haftaya barınağa beraber gidelim mi?” Umut büyük bir zevkle geleceğini söyledi.
Deniz patates kızartmasını çok seviyordu. Hayır, patatesin her türlüsünü çok seviyordu. Bir keresinde koca bir avuç dolusunu ağzına doldurmaya çalışmış. “Ama çok seviyorum! Hayatım boyunca sadece bunu yiyebilirim.” Çok sağlıksız besleniyordu ama asla kilo almıyordu. Umut bunu ona söylediğinde o çok meşhur kahkahalarından birini atmıştı. “Amaan sende.”
Deniz çok uzun boylu değildi. 1.68 boylarında olmalıydı. Ne zaman konusu açılsa tatlı tatlı sinirleniyordu Umut’a. “Ne var yani? Herkes senin gibi olmak zorunda mı?”
Deniz’i bir çocuk çok üzmüştü. Uzun seneler birlikte olduktan sonra terk edip gitmişti Deniz’i. Yeni bir ilişkiye hazır olup olmadığını bilmediğini söylemişti. Umut’un kalbi az da olsa kırılmıştı ama tabii her şey için oldukça erkendi.
Deniz spor yapmaktan nefret ediyordu. Ama futbola aşıktı; koyu Beşiktaş’lıydı.
Deniz kitap okumayı çok seviyordu. Film izlemeyi de. Dizi izlemeyi de. Oyun oynamayı da. Dışarı çıkmayı da. Dersleri de oldukça iyiydi. “Mutant falan mısın ben anlamadım ki!” diye söylenmişti Umut bir keresinde. Deniz ise sadece gülmüştü. “Öğretirim sana da oğlum, o kadar zor değil.”
Deniz şarkı söyleyemiyordu. Birkaç duble içtikten sonra Umut ona şarkı söylemeye başladığında onu kıskandığını söylemişti. “Ben olsam bu yeteneği değerlendirirdim valla. Bak bende tık yok.”
Deniz çok güzeldi, ve Umut onunla geçireceği her vakit için ayrı heyecan duyuyordu.
“Abartıyorsun Umut. O kadar da zor değil. Bak, ben çalışmana yardım edeceğim vizen için. Hem daha üç günün var.”
“Ama 500 sayfa nedir? Sen nasıl yapıyorsun anlamıyorum. Bir de akademisyenlik düşünüyorsun, valla helâl olsun paşam.” Deniz güldü, sırtını yatak başına yaslayarak. Ayrı evde kalıyordu o yüzden Umut kolaylıkla yanına gidebiliyordu. İlk başlarda biraz tedirgindi ama Deniz elinden tuttuğu gibi onu salondaki iğrenç mor renkli kanepeye oturttmuş ve ona bir kadeh beyaz şarap vermişti. ‘Beraber takılırız artık burada.’ Ondan sonra bir daha tedirgin olmamıştı.
Deniz’in yanında istediği gibi rahat olabiliyordu, çünkü her konu hakkında konuşabiliyorlardı: politika, sinema, bilim, tarih… Umut bazen Deniz’in entellektüelliğini ve zekasını ister istemez kıskanıyordu, tabii bunu kendisine bile itiraf etmiyordu. Ama onun Umut’a çok şey öğrettiği kesindi. Freud’dan, Marx’tan, Baudrillard’dan, Virginia Woolf’tan, James Joyce’tan, Beatles’tan bahsediyordu. Bu konuları öyle bir hevesle anlatıyordu ki, Umut onun bilgilerine yetişebilmek için çalışmak zorundaymış gibi hissediyordu. Umut da ona tarih anlatıyordu ve Deniz onu gözleri parlayarak dinliyordu. Mutlulardı.
“Oğlum sen merak etme ben yardım edeceğim sana. Gel,” yatağın üstüne vurdu, yanına gelmesi için. “Defterini de getir.”
Umut çabucak dibine oturdu. Deniz, defteri elinden alıp bir şeyler anlatmaya başlamıştı ama Umut’un çoktan dikkati dağılmıştı bile. Gözlerini odanın yumuşak mavi duvarlarına sabitlemek istiyordu. Ya da kırık beyaz mobilyalara… Deniz hâlâ bir şeyler anlatıyordu. Bir süre sonra konuşmayı kesti ve gözlerini kısarak Umut’a baktı.
“Senin kafana bir şey takılmış kanka. Birkaç gündür böylesin zaten,” Defteri kapatıp yanına koydu. “Ne oldu? Yine aile sorunları mı?” Umut geçiştirmeye çalıştı.
“Yok bir şey. Haydi devam edelim.” Deniz ikna olmamışa benziyordu ama daha fazla sesini çıkarmadı.
Aradan birkaç gün geçti ve durum daha da kötüleşti. Umut’un kötü geçen sınavları kendine güven sorununu daha da beter hale getirmişti. Deniz onu sürekli sıkıştırıyor ve neler olduğunu ona anlatmasını istiyordu.
“Konuş artık be adam!” Ama Umut’un gıkı çıkmıyordu.
Vizelerin bitiminden bir hafta sonra yine Deniz’in odasında oturdukları bir gün Umut’un telefonuna oda arkadaşından bir mesaj geldi. Ailesinin hâlâ ona mektup yoluyla ulaşması Umut’a gülünç geliyordu. Tabii ki arıyorlardı ama, mektup yollamayı da ayrıca seviyorlardı. Ama Umut hiçbir zaman yazı yazmakta iyi olmamıştı o yüzden mektubu alıp okuduktan sonra onları arıyordu.
Yine bir mektup gelmişti ve Umut’un karnına iğneler saplanmaya başlanmıştı. Bu seferki mektup diğerlerinden daha aşağılayıcı olacaktı, bunu şimdiden hissedebiliyordu.
“Şu lanet mektubu gidip alayım bari. Ama okumayı sensiz yapamam o yüzden hemen vazgeçme benden.” dedi Umut şaka yolla. Deniz ise onu kovaladı.
Yurda ayaklarını sürüye sürüye gitti ve geri dönene kadar zarfa bile bakmadı. Geldiğinde Deniz koltukta oturmuş diyet kola içiyordu.
“Çabuk geldin. Gel otur.” Umut yanına oturdu. “Okumak zorunda değilsin kanka. Bir bira içeriz, mektubu da atarız çöpe. Ne dersin?”
“Hayır. Ne zamana kadar kaçabilirim ki kendimden? Sonuçta onlar da benliğimin bir parçası.” Deniz’in bunu içten içe yargıladığı yüzünden anlaşılıyordu.
“E haydi o zaman. Ben kendime ve sana bira getireyim.”
Umut derin bir nefes aldı ve zarfı yırttı. İçinden ruhsuz bir Times New Roman fontuyla yazılmış soğuk ve tatsız bir yazı çıktı. Gönderdikleri diğer mektupların da bundan farkı yoktu ama bu… Deniz eski yerine oturdu, birasını açtı ve bacaklarını kucağına topladı. Umut’un açtığı kağıda şöyle bir göz gezdirdikten sonra okkalı bir küfür salladı ortaya. ‘İşe yaramaz.’ ‘Ne biçim evlatsın sen?’ ‘Artık eve adımını atamazsın.’ ‘Başımıza bu da mı gelecekti?’ ‘İğreniyorum senden.’ ve benzeri aşağılayıcı cümlelerle doluydu bütün mektup. Umut’un yüzü yanıyordu. Nasıl olur… Kim söylemiş olabilirdi? Daha o bile kendine itiraf edemezken onlar nasıl suçlayabilirlerdi Umut’u?
O sırada anladı neler olduğunu. Özgür anlatmış olmalıydı her şeyi. Lisede olan ilişkilerini. Annesi mi zorlamıştı acaba? Of kim bilir neler yaptı kadın ona.
“Bittim ben. Allah’ım yardım et.” Yüreği sıkışıyordu. Ama ağlamayacaktı; ağlamamak için avuçlarını ve dişlerini sıkıyordu. O sırada avuçlarına sıcak bir el dokundu ve sıktığı avuçlarını açtı. Deniz Umut’u kendisine doğru çekti.
“Ne var yani? Abartıyorlar bence.” dedi sakince Deniz. Umut bir anda ayağa kalktı, Deniz’in dokunuşu vücudunu yakıyormuş gibi.
“Dokunma bana. Nefret ediyorum senden!” Umut bağırmaya başlamıştı. Neden bağırıyordu? O kıpkırmızı olmuş güzel gözlere baka baka bağırıyordu.
“Ağabey sakin ol. Tamam, dokunmayacağım sana. Üzgünsün biliyorum, ama beraber aşacağız bütün bunları.”
“Hayır. Sana ihtiyacım yok. Kimseye ihtiyacım yok. Ne sana, ne o aile bozuntularına ne de arkadaşlara. Hiç kimseyi hak etmiyorum ben. İğrenç biriyim.” Deniz de ayağa kalktı ve Umut’a yavaş adımlarla yaklaştı, vahşi bir hayvana yaklaşır gibi. Yüzünde yumuşak bir ifade vardı. Umut çabucak ondan uzaklaştı. “Bana acıma. Bana sempati de duyma. Çünkü senle ben çok farklıyız. Sen İstanbul’da zengin bir aileyle büyümüşsün. Burnun havada, bir tarafların kalkmış. Çok bilmiş. Kendini bir şey sanıyorsun. Aslında hiçbir şey değilsin. Çık hayatımdan!”
“Umut, kırıcı oluyorsun bak. Ben sana yanlış hiçbir şey yapmadım. Senin hep yanında oldum, bunu biliyorsun.” Umut inatla karşı çıkıyordu ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Hayır. Sen çok yanlışsın. Yanlış. Çok yanlış. Hayatımda olmamalısın. Senin o züppe suratını görmek zorunda değilim ben.” Yalan söylüyordu. Kendini kaybetmişti artık; geri dönüşü yoktu. Ya hep, ya hiç diye düşündü, ve Umut artık bu eziyetin bitmesini istiyordu.
“Gerçekten gitmek istiyorsan gidebilirsin. Bak, kapı orada. Zaten gönlün de yoktu hiçbir şey için. Hep bir somurtmalar, hep bir suskunluklar falan… Ne zaman dışarı çıksak mutsuz oluyorsun. Derslerden nefret ediyorsun, hayatından nefret ediyorsun ve şimdi de benden mi nefret ediyorsun? Çekemem artık bunca nefreti. Gideceksen git ağabey, yolunda durmayayım senin.” Ciddiydi. Çok ciddiydi. Neden bu kadar ciddiydi?
“Gidemiyorum işte. Bağlıyım buraya. Uzaklaşamıyorum. Ne zaman uzaklaşmaya çalışsam yanıyorum. Uzaklara gitsem bile hep bu mavi duvarların içerisindeyim.” Deniz duraksadı.
“Nasıl yani?” Umut sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Ya hep, ya hiçti değil mi?
“Bu ev. Bu küçük ev beni boğuyor. Ne zaman o beni kovmaya çalıştığın kapıdan içeri girsem, nefesim kesiliyor. Bu duvarlar, üstüme üstüme geliyor çoğu zaman. Ama burada hiç olmadığım kadar evde hissediyorum. Bu ev hem git diyor, hem de kal. Bak sana ihtiyacım var, diyor. Kalmak istemiyorum çünkü ait değilim buraya ben, hiç olmadım ve olmamalıyım. Bu ev bana yasaklı ama sanki öyle değilmiş gibi kollarını açıyor bana. Ben buraya ait olmamalıyım diye tekrar tekrar kendimi avutmaya çalışıyorum çünkü bu güzellik, benim gibi bir pisliği hak etmiyor. Bu sıcaklık benim gibi soğuk bir adamı içine almamalı. Onun dokunuşu beni bu kadar mutlu, bu kadar huzurlu ve /aitmiş/ gibi hissettirmemeli. Burada olmam tiksinç. Mide bulandırıcı. Ayıp. Sapıkça. Çok yanlış. Ama aynı zamanda çok doğru. Çünkü sen varsın. Çünkü sen… Bana kendimi bulduruyorsun. Bu meymenetsiz suratımı bir tek sen çekebiliyorsun, bu suratı bir tek sen güldürebiliyorsun. Mutluluk için sana o kadar bağımlıyım ki, sen olmayınca böyle.. Mutsuz oluyorum işte sen anla. Benden nefret eden bu koca dünyada bir tek sen varsın güzel olan ve ben senden uzaklaştıkça daha çok boğuluyorum. Öyle beklemediğim bir hızla girdin ki hayatıma, kendimden nefret etme zamanım bile doğru düzgün olmadı ağabey bu ne biçim iş! Bana değerliymişim gibi hissettiriyorsun ve ben sadece sessiz kalabiliyorum. Hayatında gereksiz bir fazlalık olduğumu biliyorum çünkü sen çok daha iyisin. O enerjin var ya… Benden uzak durmanı istiyorum çünkü seni aşağı çekiyorum her yakınlaştığımızda. Senden nefret etmek istiyorum çünkü kendime olan nefretim yetmiyor bazen. Seni çok üzmek istiyorum çünkü mutluluk bana batıyor. Ama sen hayatımdaki tek güzel şeysin ve ben sensiz olmak istemiyorum.” Ne dediğini tam olarak kestiremiyordu o anda ama iyi bir şeyler demiş olmalıydı çünkü Deniz ağlayarak ona sarılıyordu. Ama erkekler ağlamazdı ki!
“Ah be Umut’um. Bir de hep ben kendimi yalnız hissederdim. Ama sen varsın ve bu ev senin için her zaman açık olacak.”
Onu ilk gördüğünde o güzel kafasından neler geçtiğini tahmin edemiyordu ama mutlu olmadığı belliydi. Mutsuz da değildi aslında; sadece kafası karışıktı.
Onu ilk gördüğünde ona bu kadar tutulacağından haberi yoktu. İçinden bir ses bu koca okulda onu bir daha göremeyeceğini fısıldıyordu. İşte hepsi bu kadardı, daha okulun ilk gününden birine karşı böyle hissedilmezdi ki! Kafasını salladı ve odasına koştu.
Konya’dan gelmişti Ankara’ya. Çok farklı fikirleri arkada bırakıp bu büyük şehirde boğulmayı tercih etmişti. Tabii ki ailesi istememişti, ya orada uyuşturucuya başlasaydı? Ya da daha kötüsü eve bir ‘orospu’ getirip onunla evlenmeyi isteseydi? Ailenin fikirleri her zaman önemliydi ve bir ara Ankara’da yaşamış olan amcası onları Ankara’nın aslında o kadar kötü bir şehir olmadığını ikna etmeseydi o çoktan babasının tekel dükkanında çalışmaya başlamıştı ve büyük ihtimalle istemediği biriyle evlenmişti. Ama o, o zamana kadar hiç, Konya’dan Ankara’ya giden otobüs yolculuğunda sırıttığı kadar sırıtmamıştı. Yanındaki yaşlı kadın birkaç kez korkulu gözlerle iyi olup olmadığını sormuştu; sonra da muavinden yerini değiştirmesini rica etmişti. Daha sonra eline senelerin eskittiği siyah bavulu almış, AŞTİ’den Kızılay’a ve oradan da yeni hayatına adım atmıştı. Yurtta kalacaktı. Okul zaten kocamandı ve merkeze inmesine gerek olmadığını düşündü.
Okulun giriş kapısına geldiğinde nefesinin kesildiğini hissetti.
Ertesi gün ailesi onu kontrol etmek için aradı; sanki ona çok düşkünlermiş gibi. “Evet evet fena değil. Dersler yarın başlayacak.” Sırf tatmin olsunlar diye yaptığı şeyler… Neyse ki uzaklaşabilmişti onlardan. Telefonunu kapatıp cebine soktu ve fakültesine yürümeye koyuldu. Kafasında o kadar çok soru vardı ki… İstediği okula girmeyi başarabilmişti evet, ama henüz kendisini tam olarak tanıdığını düşünmüyordu. Hayattan beklentilerini, yeteneklerini, başarılarını… Yetişkinliğe adımını iki sene önce atmıştı; ilk iki sene istediği yer tutmamıştı, o yüzden ayaklarının yere biraz daha çok basması gerektiğini biliyordu. Ama yine de zamana ihtiyacı vardı. Öncelikle hayatında ne istediğini öğrenmesi gerekiyordu. İşte o sırada görmüştü onu ve evet, sanırım onu istiyorum, diye düşündü. Birkaç saniyeliğine beyninin bu ani cevabı karşısında şaşırdı ve sinirlendi. Nasıl böyle bir şey düşünebilirdi? Kötüydü, hastalıklıydı, olmazdı… Ufacık bir hataydı, evet, hata olmalıydı. Zaten çok da yakın değildi o gördüğü kişi. Hayal görüyor olmalıydı! O gece ise hayalinde onu azarlayan babasının kırmızı suratını gördü.
Okulun ilk iki haftası ilk güne nazaran daha rahat geçti. Yeni hocalarını ve kitaplarını tanımaya çalışıyordu ancak aslında onu hatırlamamak için kafasını dağıtmaya çalışıyordu. Ancak ikinci haftanın sonunda arkadaşları onu öğrenci kulüplerinin toplantılarına götürmeye başladılar. Genetik Topluluğu, Bilim Kurgu Topluluğu, hatta Pastacılık kulübü… Ama Umut içine kapanık bir çocuktu; kalabalıktan hoşlanmazdı. Fazla yakınlığa, samimiyete ve başka insanların ona birkaç saniyeden fazla dokunmasına alışkın değildi. O yüzden ilk başta reddetmişti kulüplere üye olmayı. Daha sonra onu Siyaset Topluluğuna götürdüler. Kulüp toplantısının yapıldığı sınıfa girince çok şaşırmıştı; öğrenciler hararetle, ve bir o kadar da saygı çerçevesinde komünizmi tartışıyorlardı. O ve arkadaşları sınıfın arka sıralarına geçtiler ve dinlemeye başladılar. Önlerden birisi sürekli elini kaldırıp moderatöre terletici sorular soruyordu. Kendine güveni oldukça yüksek görünüyordu; kendi yaşantısından örnek verip kapitalist sistemi eleştiriyordu. O her zaman kendisinin daha ‘ortada’ olduğunu düşünürdü. Ne çok muhafazakâr, ne de çok sosyalist. Eşitliğe kesinlikle inanıyordu ve politikanın abartıldığını düşünüyordu. Ama o, öndeki sorularıyla onun bile kafasını karıştırmaya başlamıştı.
Moderatör daha fazla dayanamadı ve oturumu çabucak sonlandırdı. Çocuğun suratındaki kıpkırmızı ifade onu güldürmüştü.
Yalnızlığa ihtiyacı vardı; bugün adını bir daha asla hatırlayamacağı insanlarla tanışmış ve onlara kendi hayatından küçük parçalar vermişti. Tabii buna çok da gerek yoktu ama insanlara karşı biraz daha nazik olmaya çalışıyordu. ‘Ah bir de şu asık, meymenetsiz suratını düzeltsen de yakışıklı suratın ortaya çıksa!’ der hep annesi. Ankara’ya geldiğinden beri çoğu zaman kendini aynanın karşısına geçmiş gülümseme provaları yaparken buluyordu ama her şey o kadar sahteydi ki. “Alışırım herhalde.” diyordu hep ama hâlâ ifadelerini kendine saklıyordu.
“Pardon çekilebilir misiniz? Montumu almaya çalışıyorum.”
“Sen…” Büyüleyici mavi gözleri kendisininkilere ilk defa değiyordu. Kalbinin sıkıştığını, bütün kanının neredeyse yanaklarına doluştuğunu, avuç içlerinin terlediğini hissediyordu. Karşısında durmuş ve ona saçma bir ifadeyle bakıyordu; ne kadar da utanç verici!
“Evet ben.” Bembeyaz dişleriyle gülümsüyordu. Neden gülümsüyordu? Boğazını temizledi ve derin bir nefes aldı.
“Sen çok.. güzel konuştun. Tebrik ederim.”
“Dinledin mi? Beğendiğine çok sevindim. Biraz çıkıntılık yarattım galiba.” ‘Çok güzel bir gülüşü var.’ diye düşündü çaresizce.
“Yo, yo! Bence ağızlarının payını iyice verdin.”
“Gaza geliyorum bazen konu bu olunca işte. Sakin olamıyorum bir türlü. Bu arada,” Elini Umut’a doğru uzattı. “ben Deniz.”
O da karşısındaki güzel insanın elini sıkıca tuttu, bir daha bırakmak istemezcesine. Zaten bir daha da asla bırakmayacaktı.
“Ben de Umut. Çok memnun oldum.”
İlk buluşmalarında çok şey anlatmıştı Umut’a. İstanbul’dan gelmişti Ankara’ya, tertemiz, her görüşe açık bir kafayla. Umut’un tam tersine kendine güvenli ve konuşkandı. Masmavi gözlerinin içi gülüyordu hep. Ailesiyle arası iyiydi şey konusunda bile.
“Hiç korkmadın mı?” diye sormuştu Umut.
“Niye korkayım ki! Bu benim. Kendimi değiştiremem.”
İşte o zaman daha da çok ısınmıştı ona. Kararlıydı ve ne söyleyecekse hiç duraksamadan söylüyordu. Kolayca açılabilmişti zaten. “Keşke aynı cesaret bende de olsa…” diye düşünmüştü.
Deniz köpekleri çok seviyordu; küçükken uzun kulaklı bir King Charles Cavalier’i varmış ama daha 1 yaşına gelmeden geçirdiği hastalık sonucu Deniz’i yalnız bırakmış. Bir daha da köpek almaya bir türlü cesaret edememiş.
“Araştırıyorum. Ama ne zaman evlat edinmeye karar versem birileri onları alıyor!” Köpeklere sanki kendi çocuklarıymış gibi davranıyordu. Umut bunu çok sevimli buluyordu ama Deniz bunu henüz bilmiyordu. “Haftaya barınağa beraber gidelim mi?” Umut büyük bir zevkle geleceğini söyledi.
Deniz patates kızartmasını çok seviyordu. Hayır, patatesin her türlüsünü çok seviyordu. Bir keresinde koca bir avuç dolusunu ağzına doldurmaya çalışmış. “Ama çok seviyorum! Hayatım boyunca sadece bunu yiyebilirim.” Çok sağlıksız besleniyordu ama asla kilo almıyordu. Umut bunu ona söylediğinde o çok meşhur kahkahalarından birini atmıştı. “Amaan sende.”
Deniz çok uzun boylu değildi. 1.68 boylarında olmalıydı. Ne zaman konusu açılsa tatlı tatlı sinirleniyordu Umut’a. “Ne var yani? Herkes senin gibi olmak zorunda mı?”
Deniz’i bir çocuk çok üzmüştü. Uzun seneler birlikte olduktan sonra terk edip gitmişti Deniz’i. Yeni bir ilişkiye hazır olup olmadığını bilmediğini söylemişti. Umut’un kalbi az da olsa kırılmıştı ama tabii her şey için oldukça erkendi.
Deniz spor yapmaktan nefret ediyordu. Ama futbola aşıktı; koyu Beşiktaş’lıydı.
Deniz kitap okumayı çok seviyordu. Film izlemeyi de. Dizi izlemeyi de. Oyun oynamayı da. Dışarı çıkmayı da. Dersleri de oldukça iyiydi. “Mutant falan mısın ben anlamadım ki!” diye söylenmişti Umut bir keresinde. Deniz ise sadece gülmüştü. “Öğretirim sana da oğlum, o kadar zor değil.”
Deniz şarkı söyleyemiyordu. Birkaç duble içtikten sonra Umut ona şarkı söylemeye başladığında onu kıskandığını söylemişti. “Ben olsam bu yeteneği değerlendirirdim valla. Bak bende tık yok.”
Deniz çok güzeldi, ve Umut onunla geçireceği her vakit için ayrı heyecan duyuyordu.
“Abartıyorsun Umut. O kadar da zor değil. Bak, ben çalışmana yardım edeceğim vizen için. Hem daha üç günün var.”
“Ama 500 sayfa nedir? Sen nasıl yapıyorsun anlamıyorum. Bir de akademisyenlik düşünüyorsun, valla helâl olsun paşam.” Deniz güldü, sırtını yatak başına yaslayarak. Ayrı evde kalıyordu o yüzden Umut kolaylıkla yanına gidebiliyordu. İlk başlarda biraz tedirgindi ama Deniz elinden tuttuğu gibi onu salondaki iğrenç mor renkli kanepeye oturttmuş ve ona bir kadeh beyaz şarap vermişti. ‘Beraber takılırız artık burada.’ Ondan sonra bir daha tedirgin olmamıştı.
Deniz’in yanında istediği gibi rahat olabiliyordu, çünkü her konu hakkında konuşabiliyorlardı: politika, sinema, bilim, tarih… Umut bazen Deniz’in entellektüelliğini ve zekasını ister istemez kıskanıyordu, tabii bunu kendisine bile itiraf etmiyordu. Ama onun Umut’a çok şey öğrettiği kesindi. Freud’dan, Marx’tan, Baudrillard’dan, Virginia Woolf’tan, James Joyce’tan, Beatles’tan bahsediyordu. Bu konuları öyle bir hevesle anlatıyordu ki, Umut onun bilgilerine yetişebilmek için çalışmak zorundaymış gibi hissediyordu. Umut da ona tarih anlatıyordu ve Deniz onu gözleri parlayarak dinliyordu. Mutlulardı.
“Oğlum sen merak etme ben yardım edeceğim sana. Gel,” yatağın üstüne vurdu, yanına gelmesi için. “Defterini de getir.”
Umut çabucak dibine oturdu. Deniz, defteri elinden alıp bir şeyler anlatmaya başlamıştı ama Umut’un çoktan dikkati dağılmıştı bile. Gözlerini odanın yumuşak mavi duvarlarına sabitlemek istiyordu. Ya da kırık beyaz mobilyalara… Deniz hâlâ bir şeyler anlatıyordu. Bir süre sonra konuşmayı kesti ve gözlerini kısarak Umut’a baktı.
“Senin kafana bir şey takılmış kanka. Birkaç gündür böylesin zaten,” Defteri kapatıp yanına koydu. “Ne oldu? Yine aile sorunları mı?” Umut geçiştirmeye çalıştı.
“Yok bir şey. Haydi devam edelim.” Deniz ikna olmamışa benziyordu ama daha fazla sesini çıkarmadı.
Aradan birkaç gün geçti ve durum daha da kötüleşti. Umut’un kötü geçen sınavları kendine güven sorununu daha da beter hale getirmişti. Deniz onu sürekli sıkıştırıyor ve neler olduğunu ona anlatmasını istiyordu.
“Konuş artık be adam!” Ama Umut’un gıkı çıkmıyordu.
Vizelerin bitiminden bir hafta sonra yine Deniz’in odasında oturdukları bir gün Umut’un telefonuna oda arkadaşından bir mesaj geldi. Ailesinin hâlâ ona mektup yoluyla ulaşması Umut’a gülünç geliyordu. Tabii ki arıyorlardı ama, mektup yollamayı da ayrıca seviyorlardı. Ama Umut hiçbir zaman yazı yazmakta iyi olmamıştı o yüzden mektubu alıp okuduktan sonra onları arıyordu.
Yine bir mektup gelmişti ve Umut’un karnına iğneler saplanmaya başlanmıştı. Bu seferki mektup diğerlerinden daha aşağılayıcı olacaktı, bunu şimdiden hissedebiliyordu.
“Şu lanet mektubu gidip alayım bari. Ama okumayı sensiz yapamam o yüzden hemen vazgeçme benden.” dedi Umut şaka yolla. Deniz ise onu kovaladı.
Yurda ayaklarını sürüye sürüye gitti ve geri dönene kadar zarfa bile bakmadı. Geldiğinde Deniz koltukta oturmuş diyet kola içiyordu.
“Çabuk geldin. Gel otur.” Umut yanına oturdu. “Okumak zorunda değilsin kanka. Bir bira içeriz, mektubu da atarız çöpe. Ne dersin?”
“Hayır. Ne zamana kadar kaçabilirim ki kendimden? Sonuçta onlar da benliğimin bir parçası.” Deniz’in bunu içten içe yargıladığı yüzünden anlaşılıyordu.
“E haydi o zaman. Ben kendime ve sana bira getireyim.”
Umut derin bir nefes aldı ve zarfı yırttı. İçinden ruhsuz bir Times New Roman fontuyla yazılmış soğuk ve tatsız bir yazı çıktı. Gönderdikleri diğer mektupların da bundan farkı yoktu ama bu… Deniz eski yerine oturdu, birasını açtı ve bacaklarını kucağına topladı. Umut’un açtığı kağıda şöyle bir göz gezdirdikten sonra okkalı bir küfür salladı ortaya. ‘İşe yaramaz.’ ‘Ne biçim evlatsın sen?’ ‘Artık eve adımını atamazsın.’ ‘Başımıza bu da mı gelecekti?’ ‘İğreniyorum senden.’ ve benzeri aşağılayıcı cümlelerle doluydu bütün mektup. Umut’un yüzü yanıyordu. Nasıl olur… Kim söylemiş olabilirdi? Daha o bile kendine itiraf edemezken onlar nasıl suçlayabilirlerdi Umut’u?
O sırada anladı neler olduğunu. Özgür anlatmış olmalıydı her şeyi. Lisede olan ilişkilerini. Annesi mi zorlamıştı acaba? Of kim bilir neler yaptı kadın ona.
“Bittim ben. Allah’ım yardım et.” Yüreği sıkışıyordu. Ama ağlamayacaktı; ağlamamak için avuçlarını ve dişlerini sıkıyordu. O sırada avuçlarına sıcak bir el dokundu ve sıktığı avuçlarını açtı. Deniz Umut’u kendisine doğru çekti.
“Ne var yani? Abartıyorlar bence.” dedi sakince Deniz. Umut bir anda ayağa kalktı, Deniz’in dokunuşu vücudunu yakıyormuş gibi.
“Dokunma bana. Nefret ediyorum senden!” Umut bağırmaya başlamıştı. Neden bağırıyordu? O kıpkırmızı olmuş güzel gözlere baka baka bağırıyordu.
“Ağabey sakin ol. Tamam, dokunmayacağım sana. Üzgünsün biliyorum, ama beraber aşacağız bütün bunları.”
“Hayır. Sana ihtiyacım yok. Kimseye ihtiyacım yok. Ne sana, ne o aile bozuntularına ne de arkadaşlara. Hiç kimseyi hak etmiyorum ben. İğrenç biriyim.” Deniz de ayağa kalktı ve Umut’a yavaş adımlarla yaklaştı, vahşi bir hayvana yaklaşır gibi. Yüzünde yumuşak bir ifade vardı. Umut çabucak ondan uzaklaştı. “Bana acıma. Bana sempati de duyma. Çünkü senle ben çok farklıyız. Sen İstanbul’da zengin bir aileyle büyümüşsün. Burnun havada, bir tarafların kalkmış. Çok bilmiş. Kendini bir şey sanıyorsun. Aslında hiçbir şey değilsin. Çık hayatımdan!”
“Umut, kırıcı oluyorsun bak. Ben sana yanlış hiçbir şey yapmadım. Senin hep yanında oldum, bunu biliyorsun.” Umut inatla karşı çıkıyordu ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Hayır. Sen çok yanlışsın. Yanlış. Çok yanlış. Hayatımda olmamalısın. Senin o züppe suratını görmek zorunda değilim ben.” Yalan söylüyordu. Kendini kaybetmişti artık; geri dönüşü yoktu. Ya hep, ya hiç diye düşündü, ve Umut artık bu eziyetin bitmesini istiyordu.
“Gerçekten gitmek istiyorsan gidebilirsin. Bak, kapı orada. Zaten gönlün de yoktu hiçbir şey için. Hep bir somurtmalar, hep bir suskunluklar falan… Ne zaman dışarı çıksak mutsuz oluyorsun. Derslerden nefret ediyorsun, hayatından nefret ediyorsun ve şimdi de benden mi nefret ediyorsun? Çekemem artık bunca nefreti. Gideceksen git ağabey, yolunda durmayayım senin.” Ciddiydi. Çok ciddiydi. Neden bu kadar ciddiydi?
“Gidemiyorum işte. Bağlıyım buraya. Uzaklaşamıyorum. Ne zaman uzaklaşmaya çalışsam yanıyorum. Uzaklara gitsem bile hep bu mavi duvarların içerisindeyim.” Deniz duraksadı.
“Nasıl yani?” Umut sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Ya hep, ya hiçti değil mi?
“Bu ev. Bu küçük ev beni boğuyor. Ne zaman o beni kovmaya çalıştığın kapıdan içeri girsem, nefesim kesiliyor. Bu duvarlar, üstüme üstüme geliyor çoğu zaman. Ama burada hiç olmadığım kadar evde hissediyorum. Bu ev hem git diyor, hem de kal. Bak sana ihtiyacım var, diyor. Kalmak istemiyorum çünkü ait değilim buraya ben, hiç olmadım ve olmamalıyım. Bu ev bana yasaklı ama sanki öyle değilmiş gibi kollarını açıyor bana. Ben buraya ait olmamalıyım diye tekrar tekrar kendimi avutmaya çalışıyorum çünkü bu güzellik, benim gibi bir pisliği hak etmiyor. Bu sıcaklık benim gibi soğuk bir adamı içine almamalı. Onun dokunuşu beni bu kadar mutlu, bu kadar huzurlu ve /aitmiş/ gibi hissettirmemeli. Burada olmam tiksinç. Mide bulandırıcı. Ayıp. Sapıkça. Çok yanlış. Ama aynı zamanda çok doğru. Çünkü sen varsın. Çünkü sen… Bana kendimi bulduruyorsun. Bu meymenetsiz suratımı bir tek sen çekebiliyorsun, bu suratı bir tek sen güldürebiliyorsun. Mutluluk için sana o kadar bağımlıyım ki, sen olmayınca böyle.. Mutsuz oluyorum işte sen anla. Benden nefret eden bu koca dünyada bir tek sen varsın güzel olan ve ben senden uzaklaştıkça daha çok boğuluyorum. Öyle beklemediğim bir hızla girdin ki hayatıma, kendimden nefret etme zamanım bile doğru düzgün olmadı ağabey bu ne biçim iş! Bana değerliymişim gibi hissettiriyorsun ve ben sadece sessiz kalabiliyorum. Hayatında gereksiz bir fazlalık olduğumu biliyorum çünkü sen çok daha iyisin. O enerjin var ya… Benden uzak durmanı istiyorum çünkü seni aşağı çekiyorum her yakınlaştığımızda. Senden nefret etmek istiyorum çünkü kendime olan nefretim yetmiyor bazen. Seni çok üzmek istiyorum çünkü mutluluk bana batıyor. Ama sen hayatımdaki tek güzel şeysin ve ben sensiz olmak istemiyorum.” Ne dediğini tam olarak kestiremiyordu o anda ama iyi bir şeyler demiş olmalıydı çünkü Deniz ağlayarak ona sarılıyordu. Ama erkekler ağlamazdı ki!
“Ah be Umut’um. Bir de hep ben kendimi yalnız hissederdim. Ama sen varsın ve bu ev senin için her zaman açık olacak.”